Bursa’nın Gönül Sultanı: Muhammed Üftâde Hazretleri
Bursa… Osmanlı’nın ilk göz ağrısı, ilk başkenti… Tarihî camileriyle, taş sokaklarıyla, Uludağ’ın eteklerine sinmiş kadim vakarıyla bir şehirden fazlasıdır. Bu şehirde, Osmanlı’nın manevî iklimine yön veren, gönülleri irşad eden büyük velîlerden biri de Muhammed Üftâde Hazretleri’dir.
Nice gönül ehli onun eşiğinde yetişmiş, nice sultanlar onun gölgesinde huzur bulmuştur. Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri gibi bir dev ismin bile “ciğer sattırılarak” terbiye edildiği bu mektep, Üftâde Hazretleri’nin dervişâne duruşuyla kurulmuştur.
Hazret, babasının vefatı ile daha çocuk yaşta ailesinin geçim yükünü omuzlarına aldı. Kumaş ticareti, yani bezazlık yapmaya başladı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtaç olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa’daki medreselere gidip gelerek zahirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra zahirî ilimlerde ilerledi ve güzel sesi sayesinde Bursa Ulu Camiinde müezzinlik yapmaya başladı. Ardından Doğan Bey Camii’ne imam oldu. Senelerce bu vazifeyi sürdürerek, insanların ibadetlerini doğru yapmasına vesile oldu.
Muhammed Üftâde Hazretleri’nin, Ulu Cami’yi medheden bir beyti, caminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır:
“Yâ câmi’al-kebîr ve yâ mecma’al-kibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli ven-nehâr.”
Mânâsı: Ey Ulu Cami! Ey büyüklerin toplandığı yer! Seni gece gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyasında Seyyid Emir Buhârî Hazretleri’ni gördü. “Bizim camide vaaz ve nasihat eyle!” emri üzerine sabahleyin Emir Buhârî Camii’nde vaaz ve nasihate başladı.
Muhammed Üftâde Hazretleri, uzun boylu, müşfik bakışlı, daima tebessüm hâlinde bir zâttı. Görünüşüyle etrafındakilere güven ve itimat telkin eder, herkesin takdirine mazhar olurdu. Kur’ân-ı Kerîm okurken, güzel sesiyle âdeta ağlıyormuş gibi bir hâl müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalp kırmaktan korktuğu için kendisine hakaret edenlere bile hiç karşılık vermezdi. Camiiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra geç saatlere kadar ibadet ederdi. Bazı geceler evine giderken ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım eder, evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibadetle geçiren Muhammed Üftâde Hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin halifelerinden Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa’ya geldiğini ve Ulu Cami’nin yanında ikamet ettiğini öğrendi. Huzuruna varıp talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabul ederek Muhammed Üftâde’yi yetiştirmeye başladı.
Zühd ve takvâ onun en belirgin vasıflarındandı. Görev yaptığı camilerde cüz’î bir maaş teklif edildiğinde, “Ben Allah için yapıyorum, ücret almam.” diyerek reddetmişti. Gönlünü dünyaya bağlamayan bir hâl üzereydi. Seyr u sülûk yolculuğunu Karacabeyli Hızır Dede’nin dergâhında tamamladı. Orada sekiz yıl boyunca nefsini tezkiye etti. Bu dönem, adeta onun mânevî bir er meydanıydı: helâ temizledi, odun kırdı, hizmet etti. “Üftâde” yani “düşmüş, terk etmiş” ismini de bu dönemde aldı. Çünkü makamı, şöhreti, nefsini ve dünyayı terk etmişti. Bir nevi “dünyaya düşmüştü” ama Hak katında yükselmişti.
Hızır Dede Hazretleri vefatına yakın şöyle dedi: “Vefatımdan sonra her gün kabrime gel; sana kabrimden ders okutmaya devam edeceğim.” Ve vefatından sonra Üftâde Hazretleri, iki yıl daha manen ondan istifade etti. Bu kemâl yolculuğunda, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin rûhâniyetinden üveysi olarak da feyiz aldı.
Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin Talebeliği
Muhammed Üftâde Hazretleri’ni sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yoluna takılırdı. Hanımı, bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talakla boşadım.” dedi.
Günler geçti, Kurban Bayramı yaklaştı. Hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzuruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde Hazretleri; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur.” buyurdu.
Fakir, hemen Mehmed Dede’nin dükkânına gitti. Mehmed Dede; “Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!” dedi. Gözlerini açtığında kendilerini Mekke’de buldular. Arefe günüydü. Hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi gün Kâbe’yi tavaf ettiler. Ziyaretleri tamamladıktan sonra Bursalı hacılarla buluştular. Fakir, birkaç hediye aldı, bazılarını da onlarla geri gönderdi. Aynı şekilde bir anda Mekke’den Bursa’ya döndüler.
Eve gelen fakirin hanımı; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle eve dönüyorsun?” dedi. Kocası: “Hanım, hacca gittim. Bu getirdiklerim de Mekke’den.” dediyse de, kadın inanmadı ve mahkemeye başvurdu.
O sırada Bursa kadılığına Aziz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Mahkemede, kadı hem fakiri hem de şahitleri dinledi. Bursalı hacılar da dönünce, hepsi onun hac yaptığını tasdik etti. Kadı, boşanmanın gerçekleşmediğine hükmetti.
Bu olaydan çok etkilenen Aziz Mahmûd Hüdâyî, Mehmed Dede’ye talebe olmak istediğini söyledi. O ise: “Nasibiniz bizden değil, Üftâde’dendir.” dedi. Bunun üzerine Hüdâyî, atına binip sırmalı kaftanıyla Üftâde Hazretleri’nin dergâhına doğru yola çıktı. Ancak atı, bir sokakta kayalara saplanıp ilerleyemedi. Atından inip yürüyerek dergâha ulaştı.
Bahçeyi çapalayan Üftâde Hazretleri’ni görünce, o da şöyle dedi: “Ey kadı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır. Siz varlık sahibisiniz. Bizim gibi kulların Allah’tan başka hiçbir şeyi yoktur.” Bu sözler Hüdâyî’ye öyle tesir etti ki, gözyaşları içinde: “Efendim, her şeyimi kapınızda terk ettim. Yeter ki hizmetinizi görebileyim.” dedi.
Üftâde Hazretleri: “O hâlde kadılığı bırakacaksın. Bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın.” buyurdu. Hüdâyî kabul etti. Her gün ciğer satıp dergâha üç ciğer getirdi. İnsanların alaylarına aldırmadı. Sonra dergâhta helâ temizleme görevi verildi. Bu şekilde nefsini terbiye etti. Üç sene sonra icazet aldı ve Üftâde’nin halifesi oldu.
Sultan Üçüncü Murad Han’ın Yanında Gerçekleşen Keramet
Bir gün Osmanlı Sultanı Üçüncü Murad Han ile sohbet ediyorlardı. Üftâde Hazretleri bir anda el kol hareketleri yapmaya başladı. Yüzü hâlden hâle girdi. Eliyle bir yeri sıvar gibi yaptı. Padişah bu hâle hayretle bakınca, Üftâde Hazretleri: “Sultanım, tebaânızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz’de batmak üzereydi. Yardım istediler. Biz de teknelerini tamir ettik. Elimizin siyahlaşması bu yüzdendir.” buyurdu.
Elbette! Göndermiş olduğunuz yazıyı imla ve yazım kurallarına uygun şekilde düzenledim. İşte düzeltilmiş hâli:
Bir gün, Üftâde Hazretleri’ne bir kadın gelip;
— Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde, iftiracıların şikâyetiyle hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur, bir dua buyurun da oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın, dedi.
Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde Hazretleri, ellerini açarak Allah Teâlâ’ya dua etti. Ardından kadına dönerek:
— Evinize gidebilirsiniz, buyurdu.
Kadın, merak içinde eve geldiğinde oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve:
— Yavrucuğum! Seni hapishaneden nasıl oldu da bıraktılar? deyince, oğlu:
— Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishanede otururken, bir anda bir el beni alıp evimize koydu. Şaşırıp kaldım, dedi.
Kadın, bunun Üftâde Hazretleri’nin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde Hazretleri bir gün, katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyar bir zat çıkıp, borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını ve bu nedenle borcunu ödeyemediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi.
Üftâde, adamın hâline acıdı ve:
— Kimseye söylemezsen borcunu vereyim, buyurdu.
Adam söz verince, Üftâde:
— Şu taşı kaldır ve altındakileri al, dedi.
Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce hayret ederek hepsini cebine doldurdu. Üftâde Hazretleri’ne teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamah ederek tekrar o taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin Üftâde Hazretleri’nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzuruna giderek talebesi oldu ve sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova’dan İstanbul’a bir gemi gidiyordu. İstanbul’a yaklaştıkları sırada şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar büyümeye ve gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskin etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını tavsiye ediyordu.
Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği günahlarına tövbe ediyordu. Bazıları da kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i Şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak hâsıl olan sevabı; Peygamber Efendimiz’in, Eshâb-ı Kirâm’ın, evliyanın, âlimlerin ve zamanın velîlerinden Üftâde Hazretleri’nin ruh-ı şeriflerine hediye etti. Sonra da:
— Yâ Hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum, dedi.
O anda, uzaklardan bir karaltı peyda oldu. Yaklaştıkça, bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihayet o zat geminin yanına geldi ve gemiyi eliyle bir miktar tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu.
Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikamete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra selametle sahile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sadece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sahile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara:
— Ey yolcular! Üftâde Hazretleri’nin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana emretti, dedi.
Bir kış günü akşamı, Üftâde Hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara:
— Dostlarım! Canımız taze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür? buyurdu.
Talebeler içlerinden; “Bu kış günü, bu karda taze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine:
— Madem ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardır, diye düşündü.
Ayağa kalktı ve:
— Efendim! Müsaade ederseniz bendeniz getireyim, dedi.
Müsaade edilince sepeti aldığı gibi Bursa’nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti. Bağ, karlar altındaydı. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun, hocası Üftâde’nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı. Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü.
Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı. Çaresiz kalınca, hocası Üftâde’den yardım istemek hatırına geldi ve içinden:
— İmdât! Yâ mübârek hocam! der demez, çukurun başından bir ses:
— Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim, dedi.
Bu sesin sahibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında, o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzuruna vardığında sohbet devam ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde Hazretleri, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler, hocaları Üftâde’nin Allah Teâlâ katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin hocalarına olan teslimiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere çiçeklerden demet yaparak huzura getirdiler. Herkesin çiçeğini kabul eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce:
— Evladım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin? diye sordu.
Hüdâyî de:
— Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin Allah Teâlâ’yı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikretmediğini görünce, onu size getirdim. Kusurumu bağışlamanızı istirham ederim, dedi.
Bu cevap, Üftâde Hazretleri’nin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye hayır dualarda bulundu.
Muhammed Üftâde Hazretleri, ömrünün sonlarına doğru birçok yerden davet aldı. Medreseler, tekeler, hatta saraylar onun gelişini arzuladı. Ama o, Bursa’dan ayrılmadı. Zira onun tahtı gönüllerdeydi. Ve gönüller sultanının saraya değil, bir hurda gönül evine ihtiyacı vardı. “Biz tahta çıkmaya değil, gönülden taht kurmaya geldik” der gibiydi.
1581 (H. 989) senesinde Bursa’da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasihatlerini yaptıktan sonra Kelime-i Şehâdet getirerek vefat etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelîbi, Hazret-i Üftâde’dir
Dertli âşıklar tabîbi, Hazret-i Üftâde’dir
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı, Hazret-i Üftâde’dir
Eyleyen rûhundan istimdâd, erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, Hazret-i Üftâde’dir
Sıdk ile ol Hüdâyî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül aktâb, Hazret-i Üftâde’dir
Üftâde Hazretleri’nin; Hutbe Mecmuası ve Dîvân adlı iki eseri vardır. Halk arasında meşhur olan bir şiiri de şudur:
Hakka âşık olanlar, zikrullahtan kaçar mı?
Ârif olan cevheri, boş yerlere saçar mı?
Gelsin mârifet olan, yoktur sözümde yalan,
Emmâreye kul olan, hayr ü şerri seçer mi?
Gerçek bu söz yârenler, gördüm demez görenler,
Kerâmete erenler, gizli sırrın açar mı?
Üftâde yanıp tüter, bülbüller gibi öter,
Dervişlere taş atan, îmân ile göçer mi?
Bugün Bursa’da Üftâde Hazretleri’nin ismi hâlâ bir hürmetle anılır. Kabri ziyaretgâhtır. Onun yetiştirdiği nice gönül erleri, Hz. Üftâde’nin manevî mirasını tüm Osmanlı coğrafyasına taşımıştır. Velhasıl, Üftâde Hazretleri sadece Bursa’nın değil, tüm İslâm âleminin gönlünde taht kurmuş bir mürşid-i kâmildir.
Rabbim şefaatlerine nâil eylesin.