Zeynüddin el-Hâfî: Herat’tan Anadolu’ya Uzanan Bir Irşad Yolculuğu
Tasavvuf tarihinde kimi isimler vardır ki yalnız yaşadıkları dönemi değil, sonrasını da derinden etkileyen izler bırakırlar. Zeynüddin el-Hâfî de bu isimlerden biridir. Hem yaşadığı coğrafyada hem de irşad faaliyetleriyle ulaştığı geniş coğrafyada, tasavvufun sükûnetini ve derinliğini temsil eden bir mürşid olarak anılmıştır.
Zeynüddin el-Hâfî, 14. yüzyıl sonlarında Horasan’ın ilim ve irfan merkezi olan Herat’ta doğmuştur. Asıl adı Zeynüddin Ali’dir. “Hâfî” lakabı ise, zahidâne bir hayat tarzını benimsemesinden ve çoğu zaman yalınayak dolaşmasından ötürüdür. Bu yönüyle, kelimenin tam anlamıyla bir “hal ehli” olduğunu söylemek mümkündür.
Zeynüddin el-Hâfî’nin manevi yolculuğu, Sühreverdiyye tarikatına bağlı olmakla birlikte, onun irşad anlayışı klasik kalıpların ötesine geçmiştir. Şahruh döneminde, Herat’taki ilmî ve tasavvufî hareketliliğin içinde yoğrulmuş, zamanla bölgede “mürşid-i kâmil” olarak tanınmıştır. Özellikle Menhecü’r-Reşat adlı eseriyle, dönemin düşünsel sapmalarına karşı bir duruş ortaya koymuştur.
Herat’ta kurduğu dergâh, kısa sürede sadece Horasan coğrafyasından değil, Maveraünnehir’den Hint altkıtasına kadar birçok yerden gelen talebelerle dolup taşmıştır. Hâfî, irşad faaliyetlerini bu geniş havzada sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda üç önemli halifesi üzerinden Anadolu’ya da ulaşmıştır: Abdüllatif Kutsî, Abdurrahman Merzifonî ve Şeyh Muhammed. Bu üç isim, Zeynîyye tarikatının Anadolu’daki ilk halkalarını oluşturan ve bu topraklarda tarikatın kökleşmesini sağlayan şahsiyetler olmuştur.
Zeynüddin el-Hâfî’nin irşad anlayışı, sadece zâhirî bilgiye değil, bâtınî arınmaya da dayanır. Özellikle ilhad (sapkınlık) meselesi üzerine yoğunlaşmış, bu konuda ümmeti uyarmayı vazife bilmiştir. Ancak onun bu konudaki duruşu mutlak bir dışlayıcılıktan çok, eğitici ve uyarıcı bir tavır taşır. Vahdet-i vücûd gibi derin tasavvufî meselelerde dahi, ifrat ve tefrite düşmeden bir denge arayışında olduğu görülür.
Zeynüddin el-Hâfî’nin irşadı sadece sözle değil, hal ile de olmuştur. Onun yaşantısı, dergâhındaki terbiyesi, halifelerine kazandırdığı derinlik ve basiret, onun gerçek bir mürşid olduğunu gösterir. Anadolu’ya gönderdiği halifeleri arasında yer alan Abdüllatif Kutsî’nin, Sadreddin Konevî’nin türbesinde irşad faaliyetlerini sürdürmesi, Hâfî’nin etkisinin sadece bir gelenek değil, aynı zamanda bir düşünce dönüşümüne vesile olduğunu gösterir.
Bugün Zeynîyye tarikatının izleri hem Anadolu’da hem de Orta Asya’da silinmiş değildir. Onun Herat’tan başlattığı irşad halkası, coğrafyaları aşan bir manevî zincire dönüşmüştür. Zeynüddin el-Hâfî, tasavvufun sadece bir içe yöneliş değil, aynı zamanda bir toplum inşası meselesi olduğunun yaşayan delillerinden biridir.
Onu anlamak, sadece bir sûfîyi tanımak değil; aynı zamanda tasavvufun tarih boyunca nasıl dönüştüğünü, farklı coğrafyalarda nasıl farklı biçimlerde yankı bulduğunu da kavramaktır.