Tasavvufun en büyük sırrı, varlığın özünde aşkın gizli olduğudur. Her şey, bir sevginin tezahürüdür. Bu sevgi, sadece insanlar arasında değil; taşta, ağaçta, suda, yıldızda, hattâ zamanda bile yankılanır. Çünkü her zerre, kendisini var eden kudretin güzelliğini temaşa eder. İşte bu hakikat, bir sûfînin dilinde şöyle yankılanır:
Sana ey zîver-i vahdet, serâ halk-ı cihân âşık,
Cihân âşık, zamân âşık, zemîn u âsumân âşık,
Felek âşık, melek âşık, bütün hûr-ı cinân âşık,
Değil sâde halâyık, Hâlık-ı kevn u mekân âşık.
Bu beyitlerde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlık içindeki yeri, “vahdetin ziyneti” olarak anlatılır. O, Allah’ın birliğini gösteren en parlak aynadır. Onun nuruyla kâinat anlam kazanır, hayat nefes bulur. “Yeryüzü âşık, gök âşık, felek âşık…” derken şair, insanın dışındaki tüm varlıkların da bir “Muhammedî sevda” içinde olduğunu hatırlatır.
Her Zerrede O’na Dair Bir İz
Kur’an-ı Kerîm’de “Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin” (İsrâ, 44) buyrulur. Sûfîler bu âyeti, kâinattaki her şeyin bir aşk diliyle zikrettiği şeklinde yorumlamıştır. Rüzgârın esişi, dalgaların sesi, kuşların ötüşü, yıldızların parıltısı — hepsi, Resûlullah’ın temsil ettiği o ilahî hakikate yönelmiş bir muhabbetin işaretidir.
Bu yüzden “cihân âşık, zamân âşık” denilmiştir; çünkü zaman bile O’nun gelişiyle kıymet bulmuştur. Tarih, “önce” ve “sonra” diye O’nun doğumuyla ikiye ayrılmıştır. Zamanın kendisi, bu sevdanın sessiz bir şahididir.
Hâlık’ın Aşkı
Şiirin son beyti, tasavvufî düşüncenin en derin noktasına temas eder:
“Değil sâde halâyık, Hâlık-ı kevn u mekân âşık.”
Burada şair, bir mecazı dile getirir: Allah Teâlâ, Habîb’ini sever. O sevgi, yaratılışın sebebidir. Hadîs-i kudsîde buyrulur: “Levlâke levlâk, lemâ halaktü’l-eflâk” — “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.”
Yani varlık, Resûlullah’a olan ilahî muhabbetin eseridir. Her atom, o sevginin yankısıdır.
Günümüze Düşen Pay
Bugün, dünyayı hızla saran kargaşa, insanın bu merkezî hakikatten uzaklaşmasından doğuyor. Oysa âlem hâlâ aynı aşkın diliyle zikrediyor. Yeryüzü, gökyüzü, zaman ve mekân hâlâ “Sana ey zîver-i vahdet” demeye devam ediyor.
Biz ise kulaklarımızı o zikre kapattık, gönlümüzü gürültüye açtık.
Oysa insanın en büyük görevi, yeniden o Muhammedî merkezle irtibat kurmaktır. Çünkü kalp, ancak o sevgiyle dirilir. Her şey O’nun için yaratılmışken, biz O’nun yolundan yüz çeviremeyiz.
Son Söz
Hz. Peygamber’in sevgisi, sadece bir duygusal bağlılık değil, varlığın temel hakikatidir. Güneş O’na bakar, ay O’nu selamlar, rüzgâr O’nun kokusunu taşır.
Biz de bu kâinat korosuna katılalım:
Kalbimizle, sözümüzle, amellerimizle, “Sana ey zîver-i vahdet!” diyelim.