Sükûtun Mabedi: Hamidiyye Camii ve Halvetin Hatırası
Osmanlı medeniyetinin bir şehre mühür gibi vurduğu Safranbolu’da, zamana direnen bir ibadet mekânı yükselir: Hamidiyye Camii. 1830 yılında Sultan II. Mahmud döneminde inşa edilen bu cami, sadece mimarî bir yapı değil, aynı zamanda kalplerin arındığı, nefislerin terbiye edildiği bir maneviyat dergâhıdır. Onu diğer camilerden ayıran en önemli husus ise bünyesinde bulunan halvet odalarıdır. İşte bu odalar, modern çağın gürültüsüne inat, bir ömrün sükûtta saklı hikmetini fısıldar bize…
Bir Mabedin Sessiz Şahitliği
Safranbolu’nun tabiatla iç içe manzarasında saklı bu camii, Osmanlı’nın son döneminde hem ibadet mekânı hem de tasavvufî eğitim yeri olarak inşa edilmiştir. Caminin mimarîsinde klasik Osmanlı sadeliği hâkimdir; süsten arınmış, zarafetten yoğrulmuş bir tevazu barındırır. Ancak esas dikkat çeken yapı unsuru, caminin müştemilatında yer alan halvet odalarıdır.
Bu odalar, sadece birer odacık değil; içinde nefis mücadelesinin verildiği, kalbin pasının silindiği kutlu mekânlardır. Tasavvufî literatürde “halvet”, kelime anlamıyla “tenhaya çekilmek”, “yalnız kalmak” demektir. Fakat hakikatte, insanın iç âlemiyle yüzleştiği, Rabbiyle baş başa kaldığı derin bir inzivadır.
Halvet Geleneği ve İnsanın Derin Yolculuğu
Halvet, özellikle Halvetiyye tarikatı başta olmak üzere birçok tarikatta nefis terbiyesinin merkezî bir rüknüdür. Derviş, mürşidinin izniyle halvet odasına çekilir; kırk gün boyunca dünyevî meşgalelerden uzak, az yemekle, az konuşmakla ve çok zikirle meşgul olur. Bu kırk günlük seyr ü sülûk sürecinde, gönül âlemi aydınlanır, hakikatin kapıları aralanır.
Hamidiyye Camii’ndeki bu odaların da zamanında bu usûle uygun olarak kullanıldığı, bölgedeki mürşidlerin ve dervişlerin burada inzivaya çekildiği bilinmektedir. Her bir oda, bir dervişin “ben”den “Hiç”liğe doğru yaptığı kutlu yolculuğun tanığı olmuştur.
Unutulan Bir Mirasa Dokunmak
Bugün ise bu kadim halvet odaları, çoğu insanın farkında bile olmadığı, belki de sadece bir “tarihi kalıntı” olarak baktığı mekânlardır. Oysa bu odalar, modern insanın en çok muhtaç olduğu şeyin yani sükûnetin, iç muhasebenin, tefekkürün canlı birer sembolüdür.
Kalabalıklar içinde yalnızlaşan, teknolojinin girdabında savrulan, kendini bile tanıyamaz hale gelen modern birey için bu odalar, yeniden içe dönüşün bir anahtarı olabilir. Bir zamanlar “Halvet der encümen – Kalabalık içinde halvette ol” düsturuyla yaşayan gönül erleri, bu mekanlarda nefsin çığlıklarını susturur, ruhun fısıltısını dinlerdi.
Safranbolu’ya Yeni Bir Gözle Bakmak
Safranbolu’yu sadece taş konaklarıyla, Arnavut kaldırımlı sokaklarıyla değil; aynı zamanda bu manevî hafızasıyla da anlamak gerekir. Hamidiyye Camii, tarihî kimliğinin yanı sıra, insanın kalbine açılan bir pencere, bir nevi manevî laboratuvar olarak görülmeli.
Belki de yeniden bu odaları ihya etmek, rehber eşliğinde tefekkür seansları, zikir halkalarıyla değerlendirmek mümkündür. Çünkü bu odaların dili, hâlâ susmamıştır. Onlar hâlâ birini bekliyor: Nefsinden arınmak isteyen bir yolcuyu, kalbinin sesine kulak vermeye cesaret eden bir arif adayını…
Son Söz
Tarihi yapıları korumak kadar, onların ruhunu da anlamak gerekir. Hamidiyye Camii’ni sadece taş bir yapı olarak değil, bir ruh terbiyesi mekânı olarak görmek; geçmişten geleceğe taşınacak en kıymetli mirastır. Zira ne demiş büyükler: “Taşları değil, manayı yaşat ki bina baki kalsın…”